18 Ekim 2011 Salı

Oktoberfest


Geçenlerde Oktoberfest vardı Parkorman da..Bir birasever olarak ben de ordaydım..Türkiye’de ilk defa Oktoberfest yapılıyordu..Büyük olay..Duyan gelmiş..Yağmur çamur demeden... Organizasyon hakkında çok yorum yapmak istemiyorum..Özellikle haftalarca festivale katılan bir sürü bira markasını sıralayıp, festivale bir gün kala listeyi yarıya indirmelerine diyecek hiç bir şeyim yok..Bir anda sadece “Efes Corporation” havası yarattılar sağolsunlar..Şirin Bavyera kızların dağıttıkları yağmurluklarımsı çöp torbaları bile kotaramadı ortamı..Bir haftadır bangır bangır şiddetli yağmur gelcek diye bağırmış olsalarda haberlerde, organizasyonu yapanlar uzakmış hava durumundan…
Normalde Parkorman kapasitesini düşünün, ve o insanların 2 tane büyük çadırın altında ıslanmamak için yaptıkları köşe kapma oyunlarını..Ne olurdu ki biraz daha büyük çadır koysalardı.. Madem o kadar bilet satıyorsun çadırı da ona göre yap. Artı bizim evden bakkala kadar olan bira kuyrukları da cabası..Yani anlayacağınız gayet mutsuz başladı benim için festival..İçimden bir ses fazla dayanamayacağımın sinyallerini veriyordu..Ta ki müzik başlayana kadar..İlk çıkan gurup Alman bir orkestraydı..Çok şeker adamlardı ama Türk damak tadına uygun değillerdi..Ama adı üstünde Oktoberfest..Alman birilerinin çıkması lazımdı..Kendilerini saygı ile anıyorum, her şeye rağmen çok iyi iş çıkardılar..

Sonrasında çıkan Can Bonomo ise festival ortamına cuk oturdu..Daha evvelden hakkında bir şeyler okumuştum..Genç yaşta başarılı olmuşta, müziği iyiymişte..falan filan..ne yalan söylüyeyim, benim orda olma amacım zaten bu adamı merak etmemdi. Gerçekten abarttıkları kadar iyi miydi?

Can Bonomo sahneye çıkınca bomboş olan sahne önü yağmura rağmen nispeten doldu..Ama ben halen meraktaydım..Ve müzik başlayınca Oktoberfest’e gelmenin doğru bir karar olduğuna karar verdim..
Yani cidden ne desem az..Adamın acaip bir elektriği var. Millet “Duman” özentisi falan derse inanmayın..Çok farklı bir tarzı var..Gerçekten sizi önce mutlu edip, sonra bunalıma sürüklüyen..önce dans ettirip, sonra dans ettiğinize pişman eden bir ses..İtiraf ediyorum, çok fazla Türkçe müzik dinlemiyorum..ama arada güzel şeylerin çıktığının da farkındayım. Can Bonomo kesinlikle onlardan biri..

Size yaşadığınızı hatırlatan bir ses..Ben zaten yaşadığımı biliyorum diyenlere emin misin diyen bir ses..Enerjisi ultra düzeylerdeyken bir anda tepe taklak olan ve sizi de yanında çeken bir parodi..maalesef uzun kalmadı..ama olsun gene de çok keyifliydi..


7 Ekim 2011 Cuma

Road Trip to Greece

En son aile olarak tatil yaptığımızdan bu yana 13 sene geçmişti. Daha önce Saraylar Köyü adlı yazımda da bahsettiğim gibi, ergenlik çağında aileden uzaklaşmalar başlar ve genelde yazları arkadaşlarla tatile gidilir. Sözüm ona özgür ve asi dönemler..Benim de bu dönemlerim 11 ağustos depreminden sonra başladı. Fakat aradan seneler geçtikten sonra aileye geri dönüş başlar, artık çevrenizde 100'lerce insan kalmaz. Tatile beraber gitceğiniz insan konusunda daha seçici olmaya başlarsınız. Yoğun iş temposundan zar zor kopardığınız bir haftalık tatilin zehir olmasını istemez, kendinizi garantiye almak istersiniz. Her ne kadar bu dönem bana işsiz olduğum zaman dank etmiş olsa da..

Yaz başında ailecene otururken konu tatillerden açıldı ve ne kadar zamandır beraber bir yere gidilmediğinden. O noktada yapılacak 2 seçenek vardır. Ya konuyu ignore eder, başka bir konu açarsınız. Ya da kefal gibi konuya atlayıp, kendi çukurunuzu kazarsınız. Nitekim konuşmanın sonunda karar verilmişti; Ramazan bayramında ailecek 'road trip'...

İstanbul'dan başlayan yolculuğumuz bizi İpsala'ya oradan da Yunanistan'a getirdi. Böyle yazınca olayın spontane geliştiği gibi bir duyguya kapılmayın, zaten Yunanistan hakkında gerekli bilgiler toplanmış, harita üzerinde gidilecek yerler işaretlenmiş, kalıncak oteller ayırtılmıştı. Ailedeki herkes daha evvelden Yunanistan da bulunmuş olduğundan her turistin gittiği yerler değil de daha butik yerler seçmiştik. Bütün gittiğimiz yerleri tek tek anlatmak gibi bir derdim yok. Ama sizlere Meteora adlı yerden bahsetmek istiyorum ki bu yazının çıkış noktasıdır kendisi..

Meteora; Kalambaka yakınındaki bir yerleşim yeri. Burası dağların tepesinde adeta havada asılı izlenimi veren manastırları ile ünlü. Toplamda 6 tane manastır var, ve her biri farklı lokasyonlarda. Gerçi birinin tepesine çıkınca en yakında olan diğer manastırı da görebiliyorsunuz. Bazı maceraperest hiperaktifler bir gün içinde bütün manastırları gezmeye çalışır. Bence hiç gereği yok bu kadar bünyeyi zorlamaya, nitekim ben hepsini görmeye çalışsaydım, üçüncü manastıra çıkarken ruhumu teslim ederdim. Evet anlaşılcağı üzere o kadar da kolay değil buralara çıkmak. Biz 2 tanesine çıktık, yetti de arttı bile. Buradaki dağlar hafif Kapadokya'yı anımsatıyor. Kesinlikle gidip görülmesi gereken yerler listenize ekleyin Meteora'yı. İki manastıra çıkmak bizim yarım günümüzü aldı. Çünkü sadece 500 merdiven çıkmakla bitmiyor, manastırların içini de geziyorsunuz. Bu 6 manastırdan en büyük olanı; Great Meteoron Monastery. Eğer hiç zamanınız yoksa ve sadece aralarından bir tanesini gezmeniz gerekiyorsa, kesinlikle tercihinizi bu manastırdan yana kullanın. Aralarında en eski ve en büyük olanı. Manzarası şahane.


Kültürel turumuzun ardından, arabamıza atlayıp dönüş yoluna geçmiştik ki; babam arabayı bir anda kenara çekti. Babam ısrarla sol taramızda kalan 2 dağı gösteriyordu. Benim gözlerim pek iyi görmediğinden ne olduğunu anlamak için arabadan çıkıp elime fotoğram makinemi alıp zoom'lamaya başladım. Ve gördüğüm sahne beni hayretler içinde bıraktı. İki dağın arasına ip çekilmiş ve bir adam ip cambazı gibi bir dağdan öbürüne ipin üzerinde yürüyerek geçiyordu. Adamın beline bağlı bir ip vardı ama genede yaptığı hiç akıl kârı bir iş değildi. Sirklerde bile ipin altına cambaz düşerse diye ağ sistemi kuruyorlar.



Adamın tam olarak kim olduğu meçhul; sevgilisini etkilemeye çalışan manyağın teki ya da rahip olması ihtimalleri yüksek. Orada durmuş adamın fotoğraflarını çekerken bir anda acaip bir çığlık koptu, ve ben daha ne olduğunu bile anlayamadan, adamı ipe asılmış bir pozisyonda gördüm. Annem yanımda eyvah eyvah düşcek adamcağız diye ağıt yakmaya başlamıştı.



Adamcağız orda asılı bir şekilde debelenirken etrafıma baktığımda, olayı bizimle izleyen en az 5 tane daha araba vardı. Herkes çılgınlar gibi fotoğraf çekiyordu. Adrenalin had safhada; her an herşey olabilirdi. Her ne kadar beline ip bağlı olsada, o ipin ne kadar sağlam olduğu ve ya ne kadar dayanacağı kafalarda soru işareti yaratıyordu. 




Yaklaşık 5 dakika kadar bu debelenme devam etti. Adam resmen şekilden şekile giriyordu. Bir ara ipin üstüne çıkacak gibi oldu fakat dengeyi sağlayamayıp, gene kaydı aşağıya. O dakika tribünden bayağı ses koptu. Aralarında dua etmeye başlayanlar bile olmuştur.
 Ve en sonunda izleyicelere ufak çapta kalp krizi geçirttikten sonra, ipin üzerine oturmayı başardı. Adam da helak olmuştu. Öylece oturur pozisyonda biraz kaldı, hemen kalkamadı. E tabi önce olayı bir sindirmek lazımdı. Fazla değil 2 dakikaya tekrar ipin üzerinde bu sefer daha minik adımlarla diğer dağın tepesine ulaştı, ve hepimiz bir oh çektik. Böyle bir şeyi görmek kaç insana nasip olur bilemiyeceğim ama bize yaşattığı kabus dolu dakikalar için arkadaşa ayrıca burdan teşekkür edtmek istiyorum...






6 Ekim 2011 Perşembe

Hey gidi adventure lar..

Eminim şu an bu yazıyı okuyanlar arasında 'nerd' denecek seviyede oyun manyakları vardır. Gelişen teknolojiyle birlikte oyun sektöründe de inanılmaz bir çağ açıldı. 10 sene evvelsine kadar PC'de oynadığımız oyunlar yerini konsollara bıraktı. Halen PC de oynayan bir kitle mutlaka vardır, fakat genele bakınca Playstation, Nintendo ve Xbox başı çekmekte. Bana sorarsanız ben bu konuda biraz traditional kaldım. 5 sene Sony'de çalışıp toplamda Playstation da geçirdiğim vakit 10 saati geçmez. Evimdeki Nintendo Wii içinde keza aynı şeyi söyleyebilirim.

PC'deki oyun serüvenim ablam sağolsun 13-14 (sene 1994-95) yaşlarındayken başladı. O zamanlar sayılı insanın evinde bilgisayar vardı ve oyunlar şimdiki kadar çeşitli değildi. Oldum olası vurgulu, kırgılı oyunları sevmezdim ve zaten o dönem grafikler şu anki kadar gelişmiş değildi. Daha az kalbime inen, kafa çalıştıran, puzzle larle dolu, çizgi karakterleri olan icon adventure larsa tam benim kalemimdi. Ve şu yaşımda da en sevdiğim oyunlar halen bu tarz. Hatta 3D olmayanlar tercihim.

Benim gibi tabiri caizse old-school takılan bir çok insan var. Ama maalesef sektörün ilgisini çekip de bu tarz oyunların tekrar üretilmesini sağlayacak kadar değil. Bir zamanlar Sierra, Lucas-Arts efsaneleri vardı, icon adventure da uzman inanılmaz şirketler. Şu an ne oldukları hakkında hiçbir fikrim yok, ama oyun üretiyorlarsa bile eminim eski tarzlarından yeller esiyordur..

'Larry' serisi bu tarzda ilk tanıştıklarımdan biridir. Aklı hep belinden aşağıda olan Larry adlı karakterin, çevresindeki kadınları yatağa atmak için yaptığı aladalavereler ve bu yolda azimle ilerlerken başından geçen maceralar. Bu serilerin ilki 1987'de üretilmiş ve o dönem mouse kavramı henüz gelişmediğinden yazılan komutlarla 'Larry' yönlendiriliyordu. Tabi Larry'nin en sonuncusunun 2004'te çıktığını hesaba katcak olursak; epey bir değişim geçirdi çapkın karakterimiz.

Daha sonraki seneler boyunca birçok oyun geldi geçti elimden. Ama beni en etkileyenleri sıralayacak olursam;
  • Sanitarium (1998)
  • Full Throttle (1995)
  • Phantasmagoria (1995)
  • The Beast Within: A Gabriel Knight Mystery (1993)
  • Broken Sword: The Shadow of the Templars (1996)
  • Broken Sword II: The Smoking Mirror (1997)
  • The Secret of Monkey Island (1990)
  • Monkey Island 2: LeChuck's Revenge (1991)
  • The Curse of Monkey Island (1997)
  • Escape from Monkey Island (2000)
  • Runaway: A Road Adventure (2001)
  • Runaway 2: The Dream of the Turtle (2006)
  • Runaway 3: A Twist of Fate (2009)

Maalesef bu sıraladığım oyunlardan hiçbirini dükkanda bulamazsınız. Ama iyi haber; bazı oyun sitelerinin arşivlerinde, ve ya rapidshare'de bu oyunları bulup indirmek mümkün.










Saraylar Köyü - Marmara Adası

Saraylar Köyü; Marmara Adası'nın minik ve şirin bir beldesi. Marmara Adası; adı üstünde Marmara Denizi'nin ortasında; uydudan bakılınca Erdek ile Tekirdağ arasındaki pek de ufak olmayan bir ada. Saraylar ile ilgili anılarım 5 yaşımdan sonraki döneme dayanır. Henüz ufak bir veletken, anne ve babanız sizi kolundan çekip istediği yere götürür, hiç bir şeyi sorgulayamaz halde ve tamamen ailenizin egemenliği altında mutlu mesut yaşarsınız. Tabi bu durum reşit olana kadar ve bazıları için reşit olduktan sonra da geçerliliğini korumaya devam eder. Benim babam bu adada doğup büyümüş, tabiri caizse tam bir ada çocuğu. Fakat daha sonra üniversite, iş güç derken İstanbul'a mıhlanıp kalmış. Ablam ve ben iyice büyüdükten sonra, (buna kendi ayakları üzerinde durabilme yeteneği diyoruz) adaya geri dönüş yaptı. Orada işini kurdu ve İstanbul'da yapabilceğinden çok daha fazlasını yapabiliyor. Annem yazları adada, kışları İstanbul'da göçebe hayatı yaşarken, ben ve ablam için de aynı sistem işliyor.

Küçük yaşlarda değil adaya gitmek, lafı geçti mi bile tüylerim diken diken olurdu. Henüz kendi evimiz yoktu ve akrabalarımızın evinde kalmak zorunda kalırdık. Bir odada hamsi gibi salamuraya yatırılmış insanlarla paylaşılan hiç bitmeyen, uykusuz ve bol horlamalı geceler. Benim için adaya gitmek bir travma haline gelmişti. Hergün sabah akşam köyden denize yürümek, güneşin altında o toz toprak yolu tırmanmak, denizdeki deniz anaları ile başetmek için uygulanan stratejik hareketler..Tabi nankörlük yapmamak lazım bana kattığı şeyler de var; coca-cola yerine R&C kola içip kola konseptinden nefret etmek (şu an 30 yaş civarındayım ve halen kola yerine ne olursa içerim), 2 tekerlekli bisiklete binme hakimiyeti arttırmak, tır lastiği ile denizdeki ilk sörf denemeleri, ineklerden koşarak kaçma sanatı, dut ağacına çıkma ve çıkıpta inememe özelliği vb. Aslında bakınca o yaşlar için keyifli bir yer. Fakat ne zaman ki ergen bir birey olup, bütün arkadaşlarım yaz tatilinde güneye inerken, ben halen adaya gitme durumları olunca, orda film koptu. Aktif ada ziyaretlerimi 2000 senesinde jübile yaparak tamamladım.

Aradan 9 yıl geçmişti. Ve babam son 4 senedir yaz, kış yerleşmişti adaya. Denize yakın, güzel bir ev yapmıştı.(kendisi inşaat mühendisi - müteahhit, ve cidden evi kendisi yaptı) Hikayenin devamından evvel Saraylar Köyü hakkında bir kaç genel bilgiden bahsetmek istiyorum.

Köy, Bizans döneminden bu yana yerleşim yeri olarak kullanılmakta ve özellikle mermer ocakları ile ünlü. Meşhur Marmara mermeri buradan çıkmaktadır. Köy halkının çoğu mermercilik yapmakta ve altlarında son model jeep lerle gezmektedir. Mermer ocakları hakkında ne kadar bilginiz var ya da daha evvel mermer ocağı gördünüz mü bilmiyorum. Gerçekten çok orjinal bir proses. Dağı delmeye başlıyorlar, ve deldikçe içinden mermer bloklar çıkıyor. İlk gördüğümde hem çok hoşuma gitmişti, hem de nefret etmiştim. Nefretimin sebebi, mermer tozu denen şey; rüzgarda dağlardan köye uçuyordu ve sabah temizlediğiniz balkonu günün geri kalan kısmında 3 kere daha temizlemek zorunda kalıyordunuz. Nedenini tam bilmiyorum ama son senelerde bu durum da azalmış ve vileda ile olan münasebetimiz eskisi kadar sık olmamıştır.

Saraylar köyü'nün bir diğer özelliği ise adanın en güzel denizli köyü olması. Bu arada Marmara adasında tahmin edebilceğinizden çok yerleşim yeri var. İlk akla gelenler; hayvancılık ve sebzecilik ile geçim sağlayan Topağaç (karpuzları yiyebilceğinizin en nefisi), henüz yolu olmayan ve eşşeklerle ulaşım sağlana Ayşe Kadın Köyü, hiç bir özelliği olmayan Gündoğdu, genelde yerli turistin geldiği Çınarlı, ve adanın merkezi olan Marmara. Saraylar Beldesi'nin denizi, adada diğer köylerde yaşayan insanların da gıpta ettiği ve haftasonları ziyaretçi akınına uğrayan bir pozisyonda.

Deniz bir yarım adayla ikiye ayrılmış, yarımadanın sağ tarafı 'Büyük Abroz', sol tarafı 'Küçük Abroz' diye adlandırılmakta. (Bazıları 'Abroz' yerine 'Abruz' kelimesini de kullanıyor) Bizim evimiz bu iki koy arasında, iki denize de 5 dakika yürüme mesafesinde. Bu noktada söyleyeceklerimi eminim çoğunuz çok komik bulacak. Fakat Saraylar'da dünyanın hiçbir yerinde görmeyeceğiniz şeyler olmakta. 'Büyük Abroz''un diğer bir ismi kadınlar plajı; adı üstünde sadece kadınların girebildiği bir plaj. Tabi bazı maceraperestler buraya kızlı-erkekli gelir ve erkekler tırmıklarla kovalanır. Abartı bir yana plajın sadece sol tarafında bu kural geçerlidir. Sağ tarafı sadece erkeklere tahsis edilmiş, ortası ise aile yeridir. Kadınların bazıları tesettürlü mayo demeye bin şahit olan; balık adam kıyafetleri ile denizde batmakla batmamak arasındaki o ince çizgide yaşar. Tesettürlü mayonun en büyük dezavantajı ise kuruma problemi. Zaten bu kadınların çoğu yazı cırcır olarak geçirir.

Saraylar köyünün diğer ilginç yanı ise; Mimar Sinan Üniversitesi heykeltraş bölümünün yazın gelen öğrencilerinin 3 ay boyunca workshop yapması. Yaptıkları heykelleri köyün her yerinde görebilirsiniz. İlginç olan tarafa gelcek olursak bu heykellerin bir kısmı cinsel içeriklidir ve köy halkı tarafından hiç tasvip edilmez. Bunun en güzel örneği çıplak kadın heykellerinin üzerine örtü örtülmesidir. Bir diğer şey ise Ramazan ayı boyunca hiçbir yerde alkol bulamazsınız ve alkol satışı yaparken yakalanan esnaf yerden yere vurulur. Ama komiktir ki ne zaman bayram başlar, içki satışlarında patlama olur ve stoklar ilk gün akşam üzerine kadar erir.

Böyle tezatlıklar içinde olan Saraylar'a tekrar dönüş yaptığımda yaşımdan olacak, ya da iş hayatının tokatını yemiş olmak olucak, tatilde tek yapmak istediğim bütün gün deniz kenarında yatıp, kitap okumaktı. Ama tabi herşey planlandığı gibi olmuyor. Saraylar benim bıraktığım yerde kalmamıştı. Son 10 senede kendini gerçekten geliştirmiş, belediye iyi çalışmıştı. Yollar yapılmış, yeni yeni restaurantlar açılmış, gençlerin takılabilceği yerler artmış, çocuklar lastikle değil sörf tahtası ile tanışmıştı. 'Küçük Abroz''da 'Murat'ın yeri' (aka Palatia; Saraylar'ın eski ismi) açılmış, içeri de ping pong masasından, playstation'a aradığınız tüm eğlence vardı. Akşamları Murat sinemada oynayan filmleri açık havada perdeye yansıtarak gösteriyordu.

Bir köy bu kadar mı değişir, resmen upgrade etmişti. Yani desktop PC'leri atıp, dizüstünün yaygınlaşması bile bu değişim yanında az kalırdı. Son yaz gerek işsiz olduğumdan, gerekse İstanbul'da anormal para harcamaktan kaçındığımdan çoğu zamanı adada geçirdim. Gelen herkesi kendine hayran bırakan köy, beni de can evimden vurmuştu. İstanbul'a dönmek zorunda kaldığım zamanlarda acılı vakit geçirir olmuştum. Maalesef en son 2 hafta önce sezonu tamamen kapatıp İstanbul'a dönmek ve kaldığım kaotik hayata devam etmek zorunda kaldım. Bir an önce tekrar yaz gelsin diye beklemekten başka çarem yok..

Abroz Villa
Saraylar Köyü'ne gitmek isterseniz iki alternatifiniz var. (İstanbul'dan gelenler için) Biri; direk arabanıza atlayıp Tekirdağ'a gitmek ve oradan arabalı feribotla 1buçuk saatte direk Saraylar'a varmak. Diğeri; Bostancı ya da Yenikapı'dan deniz otobüsü ile Marmara merkeze gidip, oradan otobüs ile Saraylar köyüne gitmek. (40 dakikalık bir yoluculuk) Saraylar'da 2 tane otel var köyün içinde. Başka bir seçenek önceden rezervasyon yaptırarak 'Abroz''da kiralayabilceğiniz villalar. Daha fazla bilgi almak için: http://www.saraylar.bel.tr/



















The Dresden Files

‘The Dresden Files’ serisi Amerikalı yazar Jim Butcher tarafından yazılmış ve toplamda 13 kitaptan oluşmaktadır. Bu seri ile ilk tanışmam çok sevdiğim ve yakın arkadaşım Çağla’nın tavsiyesi ile oldu. Bir önceki sene ikimiz de deliler gibi ‘True Blood’ serisine sarmıştık. Gerçi son 2 kitapta Charlaine Harris’in başına taş mı düştü nedir bilinmez eski heyecanını kaybetmiş, sadece vatani görev bilinci ile okuyorduk. (‘True Blood’ kitapları hakkında da gelecek günlerde bir yazım olacak) 7-8 ay boyunca sürekli aynı karakter hakkında olan kitap serisini okuyunca ve bitirince insan gerçekten de sudan çıkmış balık gibi kalıyor. Acele yeni bir seri ile yeniden ateşi alevlemek gerekiyordu.

Tam bu buhran döneminde Çağla (ki kendisi o dönem Londra'da yaşıyordu), İstanbul a geldiği bir zaman bana ‘Dresden Files’ duyup duymadığımı sordu. Hiçbir fikrim yoktu. Bunun üzerine bu serinin 2007’de sadece 1 sezon olmak üzere ‘Syfy’ da yayınlandığını söyledi. ‘Syfy’ bilmeyenler için Amerika da ki sci-fi izleyebilceğiniz en iyi network. (‘Battlestar Galactica’ fanları iyi bilir) Çağla bir izle bakalım beğenirsen başlarsın kitapları okumaya dedi. O gece eve gider gitmez diziport a girdim ve başladım izlemeye. 12 bölüm ertesi gün öğlene kadar bitmişti. Çok uykum vardı fakat yatağa girmeden acele amazon’dan sipariş vermem lazımdı. İşte ‘Dresden Files’ sevgisi böyle başladı.
Kitaplara gelecek olursak; Harry Dresden Chicago’daki telefon fihristinde ‘Wizard’ başlığı altındaki tek isim. Verdiği ilan;

HARRY DRESDEN – WIZARD
Lost Items Found. Paranormal Investigations.
Consulting. Advice. Reasonable Rates.
No Love Potions, Endless Purses,Parties, or
Other Entertainment

Kitaplar hakkında çok fazla spoiler vermek istemiyorum. Ama genel olarak Harry’nin Chicago’nun anti-hero’su olduğunu söyleyebilirim. Kitaptaki karakterler yelpazesi oldukça geniş. Kurtadamlar dan, vampir lere, troller den, ghoul lara..ne ararsanız var. Aynı ‘True Blood’’daki Sookie gibi Harry’nin de bir faerie Godmather’ı var. Fakat daha hard core ve acımasız versiyonu. Harry maceradan maceraya tabi ki yalnız koşmuyor. En öne çıkan karakter; her ne kadar narin ve kırılgan gözükse de gözünü karartınca durdurulması zor olan ‘Special Investigations’’ın başı ‘Murphy’.

‘Special Investigations’; Chicago polisi tarafından açıklanamayan paranormal aktiviteleri örtbas edip, onu doğaüstü güçlerden haberi dahi olmayan halkın anlayabilceği bir şekle sokan departman. Kitaplarda Harry kendi case leri dışında bu departmana consultancy servisi veriyor. Harry’nin akıl aldığı mentor rolündeki karakter ise ‘Bob’ adlı bir kafatası. Aslında ‘Bob’ kafatasına hapsedilmiş bir ‘spirit’ desek daha doğru olur. Bütün kitaplar boyunca kendisi ile bol bol muhatap oluyoruz. Diğer karakterler hakkında bilgi vermeme gerek yok; nasıl olsa kendiniz okuyup göreceksiniz. Ama yok okumayacaksanız zaten neden merak edesiniz…Daha ayrıntılı bilgi almak için: http://www.jim-butcher.com/books/dresden